Cosmos: Bir Uzay Serüveni 12.Bölüm Önemli Bilgiler - Libertine

Cosmos: Bir Uzay Serüveni 12.Bölüm Önemli Bilgiler

Özgür Dünya (The World Set Free)

Özet: Kozmosun bu bölümünde dünyamızı yavaş yavaş nasıl tükettiğimizi, sınırlarını nasıl zorladığımızdan bahsetmekte. Dünyaya o kadar acımasız davranıyoruz ki önümüzdeki yıllarda da aynı şekilde davranırsak dünya bu zulme dayanamayacak ve üstünde yaşamamıza izin vermeyecek. Tabi ki mecazi anlamda. Dünya gün geçtikçe bizlerin kısacık ömürlerimizdeki yüksek kazanç hırsı nedeni ile saldığımız yoğun sera gazları ile ısınmakta ve her geçen gün yaşanılabilirliği azalmakta. Bizler rahatımıza çok düşkün olduğumuz ve çok aç gözlü olduğumuz için torunlarımız hatta belki çocuklarımız çok kötü bir dünyaya doğacaklar, belkide hiç doğamayacaklar.


En büyük teknolojik ilerlemelerin savaşlarda katedilmesi insanlık için büyük bir ayıptır. İnsanın insana zarar verme hırsını gösterir.

Kozmos Bölüm 12

Bir Zamanların Cenneti Venüs: Bir zamanlar bir dünya vardı ve bizim dünyamızdan çokta farklı değildi. Ara sıra doğal afetler yaşanıyordu, şiddetli yanar dağ patlamaları görülüyor bazende gök yüzünden birden bire bir astroid gelip biraz hasar veriyordu. Ama ilk birkaç milyar yıl boyunca cennet gibi bir yerdi. Güneş sistemimizin gençlik zamanlarında Venüsün Dünya gibi göründüğünü tahmin ediyoruz. Sonra ise gezegende bir şeyler ters gitmeye başladı. Bir nevi cehenneme dönüştü.

Bu gün Venüs tamamen gaz ve toz bulutları ile kaplı bir gök yüzüne sahip. Okyanusları çoktan yok olmuş ve yüzeyi kızgın bir fırından daha sıcak, kurşunu eritebilecek kadar sıcak. Bu sıcaklığın nedeni ise güneşe bizden %30 daha yakın olması değil. Venüs tamamen sülfürik asit bulutlarıyla kaplıdır, bu bulutlar güneş ışınlarının gezegen yüzeyine ulaşmasını engelliyor. Bu yüzden aslında daha soğuk olması gerekirdi ama gezegendeki yoğun karbondioksit atmosferi enerji akışını engelliyor ve içeriye giren bütün sıcaklıklar Venüsde kalıyor. Karbondioksit gazı ısıyı içeride tutan bir battaniye görevi görüyor. Bu şiddetli sera gazı etkisidir. Yoğun atmosfer basıncı görüşünüzü bozarak size bir kasenin içindeymişsiniz gibi hissettirir.

Vonera 13;1982 de o zamanın sovyetler birliğindeki bilim adamları ve mühendislerin Venüse indirmeyi başardığı uzay aracı. Aracı 2 saatten uzun bir süre soğuk tutmayı başararak fotoğraf çekebilmesini sağladılar. Araç, fotoğrafları dünyaya ilettikten sonra elektronik devreleri kavruldu.

Venüs ile Dünya hayatlarına aşağı yukarı aynı karbonla başladılar. Ancak bu iki gezegen çok farklı yollara sürüklendiler. Her iki hikayede de karbon, belirleyici etmendi. Venüsde karbonun neredeyse tamamı gaz halinde, karbondioksit olarak atmosferde. Dünyadaki karbonun çoğuysa çağlar boyunca karbonlu kayalarda katı halde saklandı. Tıpkı manş denizi kıyısındaki dover kayalıkları gibi. Bu yağıyı inşa eden canlılar ise toplu iğne başından bin kat küçük tek hücreli alglerdi. 

Yanar dağlar atmosfere karbondioksit salar ve okyanuslar bunu yavaşça emer. Milyonlarca yıllık bir süre boyunca çalışan algler karbondioksidi toplayıp küçük kabuklar haline çevirdiler. Bunlar kireç taşı şeklinde okyanus tabanında biriktiler. Sonra yerinde duramayan dünya okyanus tabanını yukarı itti ve devasa dover kayalıklarını oluşturdu. Diğer deniz canlıları karbondioksit olarak kocaman mercan resifleri oluşturdu. Okyanuslar çözünmüş haldeki karbondioksidi yaşamın hiç bir yardımı olmadan kireç taşına çevirdi. Sonuç olarak dünya atmosferinde sadece eser miktarda karbon kaldı. %1 in %3 ü kadar bile değil. Her 10 bin molekül içinde 3 taneden az. Yine de bu dünya için büyük bir öneme sahip. Atmosferde hiç karbondioksit olmasa Dünya buz tutardı, 10 binde sade 6 molekül olsaydı yüksek sıcaklıklar Dünyayı sarardı. Ama asla Venüs kadar sıcak olamaz. Venüsün okyanusları milyarlarca yıl önce uzayda kayboldu. Okyanusları olmadan atmosferdeki karbondioksidi yakalayıp mineral olarak depolama imkanı yoktu. Atmosferi bizimkinden 90 kat ağır ve bunun neredeyse tamamı ısıyı hapseden karbondioksitten oluşuyor. Bu yüzden Venüs şu anda bir cehennemi andırıyor. Dünya ise hayat dolu ve nefes alıyor ama çok yavaş. 

Bir nefes alması 1 yıl sürüyor. Dünya üzerindeki yaşamın çoğu ormanlarda, ormanların çoğu da kuzey yarım kürede yer alır. Kuzeye bahar geldiği zaman ormanlar havadaki karbondioksidi çekip büyürler ve araziyi yeşillendirirler. Atmosferdeki karbondioksit seviyesi düşer. Son bahar gelip bitkiler yapraklarını döktüğünde bunlar çürüyerek atmosfere tekrar karbondioksit salarlar. Aynı şey güney yarım kürede de gerçekleşir ama güney yarım kürenin çoğu okyanustur. Yani bu dengeyi koruyan asıl şey kuzey yarım küre ormanlarıdır. Dünyanın bu şekilde soluk alıp verdiğini 1958 de Charles David Keeling ilk kez keşfetti. Okyanus bilimci olan bu adam atmosferdeki karbondioksit miktarını doğru ölçmenin yolunu buldu. Aynı zamanda şok edici bir şeyde keşfetti, karbondioksit seviyesinde insanlık tarihinde benzeri görülmemiş hızda bir artış, hala devam etmekte. Dünya 3 milyon yıldır böyle bir artış görmemişti. Geçmişteki atmosferi bilmenin yolu ise yağan karlara ve buzulların derinliklerine sakladığı havaya bakmaktır. Şu anki karbondioksit miktarı sanayi devrimi öncesinden %40 fazla. Fosil yakıtlar yakarak dünyanın soğurabileceğinden hızlı karbondioksit salıyoruz. Bu da gezegenimizin ısınmasına neden oluyor.

Güneşten gelen ışınlar yer yüzüne çarpar dünya bu enerjinin çoğunu emer bu da gezegeni ısıtır. Atmosferdeki karbondioksit yayılan termal radyasyonun çoğunu emer ve büyük bir kısmını yüzeye geri gönderir. Böylece gezegen daha da sıcak olur, sera gazı etkisi budur. Biraz sera etkisi dünyayı donmaktan kurtarır ama fazlası alev topu etkisi yaratır.

İnsanlığın Dünyayı Yok etmesi: Peki karbondioksit miktarının bizim yüzümüzden arttığını nereden biliyoruz ? , belkide dünyanın kendisi karbondioksit salıyordur. Belki de yanar dağlar sebep oluyordur. Sicilya'daki etra yanar dağı birkaç yılda bir ateş püskürüyor. Her büyük patlama atmosfere milyonlarca ton karbondioksit salıyor. Şimdi bunu gezegendeki diğer volkanik faaliyetlerin sonuçları ile birleştirelim en yüksek bilimsel tahmini ele alalım, her yıl atmosfere 500 milyon yon volkanik karbondioksit giriyor ama bu miktar uygarlığımızın her yıl ürettiği 30 milyar ton karbondioksidin %2 si bile değil ve asıl kanıt atmosferde ölçülen karbondioksit artışı artışı kömür, petrol ve gaz yakarak saldığımız karbondioksit miktarı ile örtüşüyor. Volkanik karbondioksidin kendine özgü bir imzası vardır, fosil yakıtlarınkinden biraz daha ağırdır. Atomik ölçümlerle ayırt edebiliyoruz. Havada artan karbondioksidin volkanik olmadığı çok açık. Bu durumdan kesinlikle biz sorumluyuz. Hey yıl atmosfere neredeyse dover kayalıklarını oluşturan karbondioksit kadar karbondioksit salıyoruz. Keşke karbondioksidi görebilseydik belki o zaman dünya üzerindeki olumsuz etkimizi anlayabilirdik.

Bir zamanlar dünya ne çok sıcak ne çok soğuktu, yaşam dengedeydi sonra denge bozuldu be sıcaklıklar artmaya başladı, felaketler de çoğaldı. 1896 yılında İsveçli bilim adamı Svente Arrhenius atmosferdeki karbondioksit miktarını 2 katına çıkarmanın kuzey kutbu buzullarını eriteceğini hesapladı. 1930 larda Amerikalı fizikçi E. O. Hulbort donanma araştırma laboratuvarında bu sonucu doğruladı. O zamanlar bu bir teoriydi, ama sonra İngiliz mühendis G. S. Callendar delilleri göz önüne sererek hem karbondioksidin hemde ortalama küresel sıcaklığın artmakta olduğunu gösterdi. 1980 den bu yana 400 milyar ton karbondioksit gazı atmosfere bizim tarafımızdan salındı. Eğer bu şekilde yaşamaya devam edersek öldürücü ısı dalgaları, kuraklık, yükselen denizler ve türlerin nispeten yok oluşu durumlarının yaşanması kaçınılmaz.

Peki iklim konusunda uzun vadeli karamsar tahminler yapmakta bu kadar başarılıysak hava tahmini konusunda neden bu kadar kötüyüz? Hava ve iklim arasında fark vardır, o da şudur; hava, atmosferin kısa vadede yaptıklarıdır. Saatten saate günden güne değişir. Hava kaotiktir buda mikroskobik bir sorunun bile büyük ölçekli değişimlere yol açabilmesi anlamına gelir. 10 günlük hava tahminleri bu yüzden bir işe yaramaz. Örneğin Bali'de bir kelebeğin kanat çırpması sonucu 6 hafta sonra Miami'deki kır düğününüz berbat olabilir. İklim ise hava olaylarının uzun yıllara yayılan bir süreçteki ortalamasıdır. Atmosferdeki enerji dengesini değiştiren küresel güçlerle şekillenir. Güneşteki değişimler, dünyanın eksen eğikliği, dünyanın uzaya yansıttığı güneş ışını miktarı ve havadaki sera gazı konsantrasyonu gibi küresel etkiler. Bunlardan herhangi birindeki değişim iklimi tahmin edilebilir şekilde etkiler. İklimi doğrudan gözlemleyemeyiz, gördüğümüz sadece havadır. Hava durumu ortalamaları yıllar boyunca bir şablon oluşturur. Havayı tahmin etmek zordur ama iklim tahmin edilebilir. Dünyanın uzun tarihinde iklim pek çok kez değişti ama daima küresel bir güce tepki olarak. Şu anda iklim değişikliğine neden olan en büyük güç fosil yakıtlardan gelen sera gazı karbondioksittir. Çıkan bu karbondioksitlerin bir kısmı havayı ısıtıyor, çoğunluğu okyanuslara gidiyor ve dünyanın dört bir yanında okyanuslar ısınıyor. Bunu en bariz kuzey buz denizinde ve onu çevreleyen karalarda görüyoruz. Pek kimsenin gitmediği yerlerdeki yaz mevsimi buzullarını kaybediyoruz. Buzulların kaybı büyük sorunlar yaratabilir. Buz dünyadaki en açık renkli doğal yüzeydir, açık okyanuslardaki su da en koyu renklisidir. Buz güneş ışınlarını yansıtır, su ise soğurur ve ısınır böylece daha fazla buz erir ve daha da fazla ışın emecek daha geniş okyanus yüzeyleri açığa çıkar. Buna pozitif geri bildirim döngüsü denir. Karbondioksit kaynaklı ısınmanın etkisini arttıran bir çok doğal mekanizmadan birisi. Kuzey buz denizi giderek artan bir hızla ısınıyor. Yani yılın buzsuz geçen dönemi uzuyor buda kıyıların fırtına kaynaklı erozyona daha çok maruz kalmasına yol açıyor, fırtınalarda şiddetini arttırıyor.

Alaska, Sibirya ve Kanada'nın kuzey uçları çoğunlukla permofrostur yani toprak binlerce yıldır sürekli donmuş haldedir. Bu topraklar pek çok organik madde içerir, burada binlerce yıl önce yetişmiş bitkilerin yaprakları ve kökleri bulunur. Kuzey kutbu buzul bölgeleri dünyanın diğer her yerinden daha hızlı ısındığı için permofros tabaka çözünüyor ve içindekiler çürüyor, tıpkı buz dolabının fişini çektiğimizde olanlar gibi. Çözülen permofros atmosfere karbondioksit ve çok daha etkili bir sera gazı olan metan salıyor buda sıcaklığın daha çok artmasına sebep oluyor. Bu da pozitif geri bildirim mekanizmasına başka bir örnektir. Dünyadaki permofros, atmosferdeki karbondioksit miktarını iki kat arttıracak kadar karbon içeriyor, metan gazı da cabası.
Bu hızla gidersek 100 yıla varmadan iklimimizi dönüşü olmayan noktaya getirebiliriz.

Güneşte bir değişiklik olup olmadığına da baktık ama güneş onlarca yıldır yaydığı enerjiyi hiç değiştirmedi. Ayrıca dünya gündüzlere kıyasla geceleri, yazlara kıyasla kışları daha fazla ısınıyor. Bu sera gazı kaynaklı ısınmanın belirtisidir. Tüm bunlara baktığımızda sorunun kaynağının biz olduğumuza artık eminiz sorun güneşte değil ama çözüm onda ve biz bunu uzun yıllardır biliyoruz.

Güneş Enerjisi: Pariste eylül 1878 de eyfel kulesinin inşa edilmesine daha uzun yıllar var. Özgürlük heykelinin devasa başı henüz tamamlanmamış. Dünyanın dört bir yanından binlerce katılımcı Paristeki 27 hektar alanı icatlar ve ürünlerle doldurmuş. Edioson'un ampulü tanıtmasına daha 1 yıl var. Elektrikli alet diye bir şey yok ve kol gücüyle işleyen atların çektiği bir dünya. Augustin Mouchot (Aguston Muşov) adlı bir matematik öğretmeni yaptığı bir güneş enerjisi toplayıcısıyla bir motoru çalıştırmış ve seyredenleri şaşkına çevirmişti. Hatta sistemi soğutucu olarak çalıştırıp güneş ışığını buza çevirerek adeta bir sihir yapıyordu. Mouchot fuardan altın madalya ile döndü ama kömür fiyatları dibe vurmuştu, o kadar ucuzlamıştı ki güneş enerjisi ilgi görmedi. Mouchot'un araştırma fonu kesildi. 35 yıl sonra 20.yy başlarında alternatif bir gelecek için başka bir kapı açıldı. Buda mısırda nil nehri kıyılarında oldu.

Mısırda 1913'de Flederfiyalı Frank Shuman inanılmaz bir sistem kurmaya hazırlanıyordu. Shuman sadece 3 yıl okula gitmişti ama yenilikçi dehası bu açığı fazlasıyla kapattı. Shuman 30 yaşına gelmeden kırılmaz camı icat etti, otomobillerde ve tavan pencerelerinde kullanımıyla bir çok hayat kurtardı ayrıca Shuman'ı zengin etti. Bu zenginlik sayesinde asıl tutkusu olan güneş enerjisine yönelmeyi başardı. Shuman liderliğindeki ekip güneş enerjisi toplayıcıları tasarlayıp inşa ediyordu, bunlarla bir buhar makinesi çalıştırılabiliyordu. Shuman güneş enerjisi ile çölleri sulayıp yeşertmeyi umuyordu. Shuman'ın güneş enerjisi santrali 1913'te resmen açıldığında müthiş bir başarı yakaladı. Güneşin enerjisini endüstriyel ölçekte çekmenin pratik bir yolunu bulmuştu, böylece güneş enerjisi kömürden bile ucuz oluyordu. İngiliz ve Alman hükumetleri icadını geliştirmesi için cömert fon teklifleri sundular. Güneş enerjisi ithal kömürün el yaktığı tropik bölgelerde bol bulunacak ideal bir enerji kaynağıydı. Ama Shuman daha büyük düşünüyordu. Scientifie American dergisine şöyle yazdı; hesaplarıma göre güneş enerjisi santrallerinin sahra çölünde  58bin kilometrekare alana toplanması halinde dünyanın bütün endüstrilerinde harcanan kadar enerji üretilebilirdi. Ama bu gerçekleşmedi, likit fosil yakıt olan petrol pazarı patlıyordu. Gemilerde ev ısıtmalarında, araba ve kamyonlarda kullanıyordu. Petrol bol bulunuyordu, kömürden bile ucuzdu, topraktan çıkarıp işlemesi de kolaydı. Gemi yürütecek kadar kömür için 100 adam bir hafta çalışırken petrol ile aynı işi bir kişi bir günde yapabiliyordu. Shuman'ın çöldeki santral zaferinden 1 yıl sonra 1. dünya savaşı başladı. Güneş enerjisi toplayıcıları parçalanıp silaha dönüştürüldü. Frank Shuman'ın güneş enerjili uygarlık hayali yitip gitti.

Diğer yenilenebilir enerji kaynakları da güneşe bağlıdır. Rüzgarı ve dalgaları oluşturan da güneştir.

Dünyaya düşen güneş enerjisi uygarlığımızın bir yılda tükettiğinden fazladır. Mevcut güneş ve rüzgar enerjisinin küçük bir kısmını bile toplayabilsek bütün enerji ihtiyacımızı sonsuza dek karşılayabiliriz.

Hala umut var, her birimiz hayatta kalma konusunda uzun bir geçmişe sahibiz türümüzün uyum sağlama konusunda üstüne yoktur. Atalarımız uzun vadeli düşünmeyi ve buna göre davranabilmeyi öğrendikleri için şu an buradayız. Daha önce de köşeye sıkıştığımız olmuştu üstesinden geldik ve yeni zirvelere ulaştık. Aslında insan oğlunun en efsanevi başarıları en karanlık günlerde doğmuştur.

Nükleer Tehlike: Bir zamanlar çok hassas 60 bin nükleer silahla donatılmış bir dünya vardı. Dünyanın en güçlü iki ülkesi birbirine hasımdı, ölümcül bir ilişki içindeydiler. 



Her iki tarafta birbirine boyun eğmektense sevdiğimiz her şeyin yok olduğunu görmeyi tercih edeceğine ant içiyordu. İnsan eli ile yaratılmış en büyük patlamanın fitili sovyetler birliği tarafından ateşlendi. Bu terör dindi ve yerini yeni korkulara bıraktı. Dünyanın en büyük iki şehrinin bir öğleden sonra yerle bir olması artık bu korkular arasında yer almıyor. Birleşik devletler ve sovyetler birliği arasındaki nükleer rekabetin başka bir yan ürünü oldu. Aya düzenlenen apollo görevleri bu iki ülke arasındaki silahlanma yarışının uzantısıydı. Ay yüzeyine göndermek için büyük sağlam güçlü roketler gerekliydi ve bu teknoloji şehirleri yok etmek için dünyanın öbür ucuna nükleer başlık taşıyacak teknoloji ile aynıydı. Başkan Kennedy'nin 1961 yılında yaptığı insan oğlu aya ayak basıp geri gelmeli şeklindeki konuşması ulusu harekete geçirdi ve ay yolcuğundan ilk kez bahsedildi. Apollo görevleri tamamen stratejik füzelerin üstün gücü ve hassasiyetinin bir göstergesidir. Aya giderken dönüp dünyaya bakıldı ve ilk kez dünya gerçek haliyle gözlemlendi. Dünya tek parça ve küçüktü, ölümcül rekabetten doğan bu proje ortak bağlarımızın farkına varılmasını sağladı. Bu dünyayı, bu ulusu, insan ırkını son buzul çağının sonlarında toplayıcılığı ve göçebe hayatı bırakıp yerleşik hayata geçen ve buna ayak uyduran atalarımız yarattı. Şimdi köklü bir değişiklik yapma sırası bizde.

Venüs de başlarda hayat varmışsa bile Venüs'ün kaderini değiştirecek bir şey yapamazlardı. Şiddetli sera gazı etkisi durdurulamaz haldeydi. Ancak bizim dünyamızda sera gazı etkisini yaratan zaten bizleriz istersek bu olumsuz durumu düzeltebilir ve dünyamızı daha güzel hale getirebiliriz.

Yorum Gönder

0 Yorumlar